Neo-Liberal Akım, Washington Konsensüsü ve Piyasa Başarısızlığı
Dünya ekonomisi özellikle 1980’ler boyunca ve 1990’ların başlarında, devletin küçültülerek piyasa güçlerine dayanan bir kalkınma anlayışının öngörüldüğü, IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazinesi tarafından da desteklenen ve ekonomist John Williamson’un Washington Konsensüsü (uzlaşması) olarak adlandırdığı politikalara göre şekillenmiştir. 1980’den günümüze uygulanan bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler yaklaşımının egemen olduğu, “daha az devlet, daha çok piyasa”, özelleştirme, deregülasyon ve piyasalaştırma girişimleri ile temelde devletin piyasadan çekilmesini, “minimal devlet” ve “devlet piyasa karşıtlığını”, “piyasalar kendi kendine dengeye gelir ve herhangi bir kurala bağlanmadan optimum dengeye kendileri ulaşır” düşüncelerini savunan ancak piyasa başarısızlıklarına cevap vermeyen Neo-liberal proje artık tıkanmıştır. Günümüzde tartışmalar daha çok ekonomiyi kimin yöneteceği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Liberallerin "görünmez el" dediği piyasalar mı?, piyasa başarısızlıklarına çözüm arayan, her krizde göreve davet edilen, “görünen el” denilen devlet mi? yoksa son dönemde daha çok tartışılmaya başlanan optimal yol, devlet ve piyasa arasında doğru dengenin sağlanması mı?
Hükümetlerin dönemsel olarak farklı öncelikleri olmasına rağmen, vatandaşlarının refah düzeyini ve yaşam kalitelerini yükseltmeyi hedeflemeleri bu önceliklerin başında yer almaktadır. Daha yüksek refah seviyesi-kalkınmışlık düzeyi daha yüksek gelirle birlikte daha iyi eğitim, sağlık, adalet, çevre ve diğer sosyo-ekonomik ortam ile oluşturulmaya, daha kapsayıcı ve sürdürülebilir hale getirilmeye çalışılmaktadır. Piyasaların çözüm bulmada başarısız olduğu bu önceliklerin sosyal devlet anlayışı çerçevesinde yerine getirilmesinde ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin gerçekleştirilmesinde devletin rolünün ne olması yönündeki tartışmalar ise artarak devam etmektedir.
Neo-liberal ekonomi politikalarının
esasını oluşturan Washington Uzlaşmasına göre finansal küreselleşme istenen
ekonomik büyümeyi getirecek ve bunun sonucunda ise dolaylı olarak yoksulluk
azalacaktır. Bu politikalar dönemsel olarak ABD’de Reagan, İngiltere’de
Thatcher, Almanya’da Kohl ve Türkiye’de Özal iktidarına denk gelmektedir.
Washington Uzlaşması çerçevesinde küresel düzeyde alınan uygulanan politikalar
özellikle az gelişmiş ülkeleri daha kırılgan hale getirmiş ve çoğunlukla
gelişmekte olan ve az da olsa gelişmiş ülkelerde yaşanan iktisadi kriz sayısını
belirgin bir şekilde arttırmıştır. Neo-liberal politikaların savunucuları
Bretton Woods kuruluşları olan IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün
“yoksulluğa sadece parasal bir olgu olarak bakan, yoksulluğun ortadan
kaldırılması için liberal, piyasa dostu politikalarla ekonomik büyümenin
gerçekleştirilmesini ve bu büyümeden yoksulların da faydalanacağı” yaklaşımı da
iflas etmiştir. Neo-liberal ekonomi politikaları; uygulandıkları ülkelerde ne
ekonomik durgunluğu ve finansal krizleri önleyebilmiş, ne de istikrarı,
gelişmeyi ve büyümeyi gerçekleştirip göreceli yoksulluğu azaltmıştır.
Washington Konsensüsü Çerçevesinde Türkiye Ekonomisinde Dönüşüm ve Ekonomik Krizler
Türkiye’de 1980-1999 döneminde
ağırlıklı olarak ihracata dayalı, 1999’dan günümüze kadar ise uluslararası
finansal kaynaklara dayalı daha riskli bir büyüme stratejisi izlendiğini
söyleyebiliriz. Ülkedeki mevcut politik
risklerin yanı sıra, uygulanan ekonomi politikaları nedeniyle başta cari açık
sorunu ve bunun finansman yöntemindeki riskler, dış etkenler ve kısa vadeli
sermaye giriş çıkışındaki serbesti nedeniyle Türkiye ekonomisi kırılgan hale
gelmiştir. Türkiye’nin yapısal dönüşüm
sürecinde yaşadığı ekonomik krizlerdeki ortak özellik, kriz öncesi dönemde büyük miktarda
gerçekleşen kısa vadeli sermaye girişlerinin yerini kriz dönemlerinde büyük
ölçekli sermaye çıkışlarına bırakması, bunun da ekonominin küçülmesine ve
krizlerin derinleşmesine yol açmasıdır.
Sermayenin serbestleştirilmesi ve
ekonomik ilişkilerin daha küresel hale gelmesi, ekonomik krizlerin daha kolay
yayılması sonucunda ülkeler ekonomik krizlerden daha çabuk etkilenerek daha
kırılgan hale gelmiştir. Türkiye’de de mal, hizmet, döviz, sermaye ve işgücü
piyasalarındaki serbestleşmelerle birlikte buna paralel bir ekonomik dönüşüm
yaşanmıştır. Türkiye ekonomisi bir yandan daha fazla dışa açık hale gelirken
diğer yandan özellikle dış ticaret ve dış finansman kanalları nedeniyle dış
konjonktürden daha kolay etkilenen, daha kırılgan bir yapıya bürünmüştür. Küresel
gelişmelere daha duyarlı, daha açık hale gelen Türkiye’nin, uygulanan yetersiz
ve yanlış ekonomi politikalarının da sonucunda, 1980 yılında başlattığı dönüşüm
süreci gerek dış etkenlerden kaynaklanan ekonomik krizler (1997/1998 ve 2008)
gerekse kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan krizlerle (1994 ve 2000/2001 yılında) birkaç kez
kesintiye uğramıştır.
Neo-Liberal Ekonomiye Eleştiriler, Piyasa Başarısızlıkları, Piyasa Dostu Devlet Anlayışı ve Optimum Denge Arayışları
Washington Uzlaşması çerçevesinde
yapılan uygulamalar beraberinde piyasa başarısızlıkları getirmiş ve
eleştirilerle birlikte eksiklikleri ve başarısızlıkları giderecek yeni
arayışlar gündeme gelmiştir. Bunun sonucunda devletin ekonomiden tamamen
çekilmesinin önemli sorunlara neden olduğu belirtilerek kalkınma konusunda yeni
uzlaşılara girişilmiştir. Nisan 1998’de kabul edilen Santiago uzlaşısında;
kalkınmanın piyasa temelli olacağı ancak ileri derecede piyasa başarısızlığının
göz ardı edilmemesi gerektiği, genel kural olarak devletin doğrudan üretim
gerçekleştirmemesi gerektiği ve bunlarla birlikte başta sürdürebilir kalkınma,
kamu sağlığı, eğitim, temel kamusal malların sağlanması, yoksulluğun
azaltılması, adil gelir dağılımı ve yoksulların da büyümeden pay alması gibi
birçok kalkınma sorunun giderilmesinde devletin kaçınılmaz bir rolünün olduğu
vurgulanmıştır.
Bu nedenle son dönemde; Neo-liberal
politikalarla bütünüyle geriye çekilen devlet yapılanması yerine “devlet-piyasa ortaklığı” söylemine
geçilerek “Piyasa Dostu Devlet” anlayışı çerçevesinde, piyasa
başarısızlıklarına da çözüm arayan devlet ve piyasa arasında optimum denge
sağlayan, güçlü piyasa için etkin devlet politikaları vurgulanmaya
başlanmıştır. Son dönemde ise sosyal devlet anlayışı çerçevesinde, devletin
sadece iktisadi büyümeyi değil aynı zamanda, kapsayıcı, yoksul odaklı sürdürülebilir
bir kalkınmayı ve insani gelişmeyi de esas alması yönünde görüşler ön plana
çıkmaya başlamıştır.
Bununla birlikte kalkınmacı sosyal
devlet anlayışından yoksun bir şekilde yine neo-liberal politikaları merkeze
alan “piyasa dostu devlet” anlayışı yaklaşımı da günümüz sorunlarına çözüm
konusunda yetersiz kalmaktadır. Piyasaları rekabete açarken Washington uzlaşısı
kapsamında savunulan neo-liberal politikalara körü körüne teslim olmak ülkeleri
daha kırılgan hale getirmekte ve yıkıma sürükleyebilmektedir. Bu nedenle öncelikle
devlet ile piyasa arasındaki uygun ve ideal ilişkinin tesis edilmesi
sağlanmalıdır. Piyasada gerek devlet
gerekse özel sektör girişimlerinin birbirileriyle (kamu girişimlerinin de hem
birbirleriyle, hem yabancı şirkeler hem de piyasadaki yerli özel şirketlerle) kalkınmayı
teşvik edecek şekilde rekabet içinde olmaları ve piyasa ekonomisi içerisinde
faaliyette bulunması gerekir.
Kökleri
Adam Smith’e, Marx’a ve Aristoteles’e kadar uzanan Amartya Sen’in kapasite
yaklaşımı yoksulluk, eşitsizlik ve beşeri kalkınma konusunda en yaygın
kullanılan perspektif olmuştur. Dünyadaki küreselleşme sürecine bağlı olarak,
genelde gelir dağılımının az gelişmiş ülkeler aleyhine giderek kötüleşmesi ve
yoksulluğun derinleşmesi neticesinde, uluslararası kuruluşların, özellikle
1990’lardan başlayarak, kalkınma ve yoksulluk olgusuna ilgisi giderek
artmıştır. Diğer yandan Amartya Sen 1999 yılında yayınlanan “Özgürlükle
Kalkınma” adlı eserinde; ülkeler ya da toplumların kalkındıkça bireysel
özgürlüklerin de genişleyeceğini, bireysel özgürlüklerle birlikte de toplumsal
yapıda kalkınmanın kendiliğinden sağlanacağını vurgulamaktadır.
Büyümeden Yoksullar da Faydalanıyor mu? Büyüme Yoksul Odaklı mı Yoksa Yoksullaştıran Büyüme mi Söz Konusu?
Büyümenin yoksulluğun azaltılmasında
tek başına yeterli olmadığını savunan kalkınma iktisatçıları son zamanlarda
yeni bir kavram olan Yoksul Odaklı Büyüme (YOB) üzerinde durmaktadır. Ancak, bu
kavramın ne olduğu, nasıl ölçüleceği ve daha da önemlisi bunun politik
süreçlerine nasıl aktarılacağı hususlarında yapılan tartışmalar sürmektedir. Bu
kavram geniş anlamda, “yoksullukta önemli bir azalma sağlayan büyüme” ya da
“yoksullar için iyi olan büyüme” olarak ifade edilmektedir. Ravallion yoksul
odaklı büyümeyi, GSYH’de yoksulluğu azaltıcı bir artış olarak tanımlarken,
Kakwani ise yoksul olan kesimin, yoksul olmayan kesime göre oransal olarak daha
fazla faydalandığı durumda, gelir dağılımını iyileştiren büyümenin YOB olduğunu
ileri sürmektedir
Toplumun
büyük kesiminin ekonomik büyüme ve kalkınmadan yeteri derecede faydalanamaması
ve yoksul kesimlerin ekonomik büyüme ile ters orantılı olarak gelir
düzeylerinin düşmesi (daha da yoksullaşması), ya da ortalama artışın altında
yükselmesi, ekonomik büyümenin ve kalkınmanın sürdürülebilirliğini tehlikeye
atmaktadır. YOB; sadece
ekonomik büyümeyi yeterli bulmayıp, büyümenin gelir dağılımına etkisi üzerinde
odaklanan ve yoksulluğu azaltan büyümedir. Başka bir deyişle bir ülkedeki
ekonomik büyümenin yoksul kesimin geliri üzerindeki artırıcı etkisi, yoksul
olmayanların gelirleri üzerindeki artırıcı etkisinden daha fazla ise bu ülkede
yoksul odaklı büyümeden söz edilmektedir. Ülkeler, büyüme hedefinden sapmadan, ancak büyümenin gelir dağılımındaki
eşitsizliği azaltmasını da dikkate alarak,
vergiler ve transferler yoluyla yeniden dağıtım politikalarıyla düşük
gelir gruplarının büyümeden daha fazla faydalanmasını hedeflemelidir.
Hormonlu Bir Türkiye Ekonomisinde Ahlaksız Bir Büyüme mi Söz Konusu?
1980’lerden bu yana ülkemizde
uygulanan Neo-liberal politikaların, finansman, yatırım ve ticaret kanallarıyla
dünya ekonomisine giderek yoğunlaşan dışa bağımlılığının doğal bir sonucu
olarak Türkiye ekonomisi, yurtdışından sermaye girişleri sağlandığında büyüyen;
ancak sermaye girişleri yavaşladığında durağanlaşan, daha kırılgan bir ekonomi haline
gelmiş gerek iç gerekse dış konjonktürün de etkisiyle krizlere sürüklenen,
üretimden ziyade tüketime dayanan HORMONLU
bir ekonomi durumundadır.
Türkiye ekonomisi diğer taraftan her ne
pahasına olursa olsun kısa dönem ekonomik büyümeyi hedefleyen, birey ve
firmaların ahlâksız büyüme ağına kısa dönem kazançlar nedeniyle dahil olduğu,
bu ağın toplumun farklı kesimlerini kapsayacak şekilde genişleyip bireysel
davranışları etkileyerek çıkara odaklı bir anlayışa hizmet ettiği bir yapıya
dönüşmüştür. Çıkarın, rant ekonomisinin merkezde olduğu bu yapının sosyal
yardımlar çerçevesinde yoksullara yapılan nakdi ve ayni yardımlar, liyakate
dayanmayan atamalar, görevlendirmeler,
partizanca işe almalar ve iş vermeler, seçim öncesi verilen vaatler (ücret
zamları, af, teşvik, transfer, erteleme, ikramiye gibi genişletici politikalar)
yeni bir düzenin topluma ve ekonomiye büyük zararlar verdiği aşikârdır.
Bu düzende faiz rantı, arsa rantı, sosyo-ekonomik
yardımlar, kamu iktisadi teşebbüslerinin görev zararları, rekabetçi olmayan
kamu ihalelerinde ve vergilerdeki istisnalar, muafiyetler, hazine
garantileri uygulamalarıyla sağlanan imtiyazlar ve teşvikler döngüsü
çerçevesinde, karşılıklı çıkar ilişkisine dayanan ve tarafların istediklerini
aldığı sürece devam ettirilen bir model söz konusudur. Ahlâksızlığın kültürel,
sosyal ve ekonomik yapının bir parçası haline gelerek hem iş yaşamında hem de
gündelik yaşamımızda önce içselleştirilip sonra da meşrulaştırılması (gerçek ve
tüzel kişiler bu güvensizlik yaratan öngörülemeyen konjonktürde kendilerinin
kandırılacağını, haksız rekabete uğrayacağını, kendileri yapmasa bile
başkalarının kural dışı veya etik olmayan faaliyet, işlem ve davranışlarda
bulunarak kendilerinin hak ettikleri şeyleri almalarını engelleyeceğini
düşünerek bu davranışları normalleştirmeye başlarlar), bunun yanında dış
faktörlerin baskısı, karşılıklı çıkar ilişkilerinin zedelenmesi ve sistemin
yarattığı olumsuzlukların sürdürülemez hale gelmesi nedeniyle karşımızda kaçınılmaz
olarak çökmesi muhtemel AHLÂKSIZ BÜYÜYEN
bir ekonomi durmaktadır.
Ege Cansen’in “Ahlak, bireyin kişisel çıkarını azamiye çıkarmaya
çalışırken, diğer bireylerin ve toplum genelinin çıkarlarına halel getirmeyecek
şekilde davranmasını sağlayan yasaklar manzumesidir” tanımına katılmamak mümkün
değil. Bireylerin faydalarını, çıkarlarını
maksimize etmeye çalışması makul bir ahlaki bir davranış kabul edilirken,
ahlaki olmayan taraf ise bireyin bu davranışını toplumun genelinin çıkarlarını,
genel iyiliği, sosyal çıkarı ve toplumsal faydaları halel getirme pahasına
yapmasıdır. Bu nedenle; bireyin durumunu iyileştirirken başkalarının durumunu kötüleşmesine
neden olacak şekilde kısa vadeli kişisel çıkar ile uzun vadeli toplumsal
çıkarın çatışması yerine, örtüşmesini
sağlayacak toplumsal değerler, kurallar ortaya koymak kamunun ve kurumların
görevi olmalıdır.
İktisadi çöküntüden daha önemlisi
ahlâki çöküntüyle mücadele etmektir. Ülkenin, hukuki, politik ve sosyo-ekonomik
sistemini de etkileyen, politik kutuplaşma, yolsuzluk ve yozlaşma, kurumsal
ahlaki çöküntüye neden olmaktadır. Yolsuzlukla başlayıp yozlaşma ile
neticelenen devlet yönetimindeki sorunların kurumsal ahlaki çöküntü olarak
yapısallaşmasının temelinde ise gerek politikacıların gerekse kamu
görevlilerinin liyakat esasına göre seçilmemesi yatmaktadır. Yolsuzlukların
yaygınlaşıp kalıcı hale gelmesi ile bir yozlaşma iklimi oluşmakta ve bunun
sonucunda ülke genelinde kamu kurum ve kuruluşlarında kurumsal ahlaki çöküntü
ortaya çıkmaktadır.
Bununla birlikte, toplumların temel
sorunlarının çözülmesi için ilk olarak zihniyet dönüşümünü gerçekleştirmek ve
evrensel kabul görmüş çalışma standartlarına ulaşmak gerekmektedir. Bunun da
ilk yolu genel olarak çalışma ahlâkını ve davranış kuralları açısından etik
ilkelerini öğreterek toplumda bir bilinç yükselmesine katkıda bulunmaktır.
Toplumu dönüştürmeden ve etik ilkeleri benimsemeden devletin düzelmesini, refah
ve bölüşüm ilkelerini adil bir şekilde gerçekleştirmesini beklemek rasyonel bir
beklenti olmayacaktır. İşte bu noktada ahlaksız büyüyen, piyasaların bu
sorunları çözmede başarısız olduğu hormonlu ekonomide devlete yeniden önemli
roller düşmektedir.
Liberalizm ve Sosyalizm arasında Yeni Arayışlar: Devletin Ekonomide Yeni Rolü Ne Olmalı?
Ahlâksız ve hormonlu büyüyen ekonomi
modelinden vazgeçerek, sosyal devletin de gereği olarak sosyo-ekonomik
dışlanmanın önlenmesi için korunmasız grupların durumlarını iyileştirme
çabalarını arttıracak ve ekonominin daha kapsayıcı ve sürdürülebilir hala
getirecek politikalar bu çerçevede uygulanabilecektir. Liberalizm ve sosyalizm
arasında, devletin kısmi müdahalesine izin veren bir de “Üçüncü Yol” yaklaşımı vardır. Yukarıda devletin piyasalara bakışı
ve yeni rolleri hususundaki önerilerimiz, özellikle İngiliz (Yeni) İşçi
Partisi’nin 1990’lerdeki uygulamaları ışığında ön plana çıkan ve merkez ve
merkez sol ilerici hareketler içindeki siyasi politikaların yeniden
değerlendirmesini içeren Üçüncü Yol yaklaşımından farklıdır. Bu yaklaşımda
Keynesci düşünce ile popüler hale gelen ve ekonomide istikrarı sağlamak
amacıyla devletin müdahaleci politikalara başvurmasını gerekli gören düşünceler
bulunmaktaydı.
Bizim önerdiğimiz ve dünyada da kabul
görmeye başlayan yeni yaklaşımda; devlet düzenleyici ve denetleyici rolü dışında,
sosyal devlet ilkesi gereğince konjonktüre
bağlı olarak piyasada yönetici ve yol gösterici olacak ve gerektiğinde
başta stratejik sektörler olmak üzere, temel bir oyuncu (üretici, istihdam
sağlayan, hizmet sağlayıcı) da olacaktır. Devlet piyasanın başarısız olduğu
alanlarda (yoksulluk, çevre, gıda güvenliği, eğitim, sağlık, eksik rekabet piyasaları, alt-yapı yatırımları,
dışsallıklar, gelir dağılımındaki bozukluklar, işsizlik, enflasyon gibi makroekonomik
dengesizlikler) sosyal devlet olmanın gereklerini yerine getirerek piyasanın yetersizliklerini giderecektir.
Daha iyi işleyen, etkin, teşvik eden, yol gösterici ve ülkenin
ekonomik ve toplumsal kaynaklarını iyi yönetişim ilkeleri çerçevesine yöneten piyasa mekanizmasını dışlamayan,
demokratik, sosyal, kalkınmacı, gerektiği
kadar ve gereken zamanda müdahale eden, uluslararası hukuk standartlarını
benimseyen bir anlayışla DEVLET özel sektörün öncülüğünde büyüme için uygun
koşulları hazırlayacaktır. Bu anlayışta devlet sadece iktisadi büyümeye-gelir
artışına odaklanmayacak yoksul, kırılgan, dezavantajlı, korunmasız nüfusu da
kapsayan, sürdürülebilir kalkınma ve insani gelişme hedeflerini de
ıskalamayacak yeni bir anlayışa sahip olacaktır.
“Devlet
mi başarısız yoksa piyasalar mı?” sorusuna mutlak veya
ideolojik bir yaklaşım yerine rasyonel bir bakış açısıyla yaklaşmak, kurumsal
yönetişim ilkelerine bağlı sosyal devlet anlayışı çerçevesinde kamu ve özel sektörün birbirinin karşıtı,
rakibi ve alternatifi değil aksine tamamlayıcısı olduğunu benimsemek başarıyı
getirecektir. Bu tür bir paradigma değişikliği tüm ulusal kaynaklarımızı
ülkemizin öncelikleri ve uzun vadeli stratejilerine uygun şekilde ekonomik,
verimli ve etkin bir şekilde kullanma olanağı da sağlayacaktır.
Yapısal Reformlar ve Kurumların Kalitesini Önceliklendirmek, Büyüme Yerine İnsani Gelişme ve Yaşam Kalitesine mi Odaklanmalı?
Son zamanlarda, ülkelerin kalkınma
sürecinde ekonomik büyüme performansları ve kişi başına gelir düzeyleri önemli
olmakla birlikte, insanların kaliteli eğitim fırsatlarına sahip olmaları, uzun
ve sağlıklı yaşam sürdürebilmeleri, cinsiyet eşitliği, özgürlük vb. kalkınma
göstergeleri de önemle vurgulanmaktadır. Ulusal ve uluslararası kuruluşların da
ilk gündem konularından birisini oluşturan sürdürülebilir kalkınmanın hangi
kaynaklarla nasıl finanse edileceği ve bu finansman kaynaklarının ekonomik,
etkin ve verimli kullanımı önem arz etmektedir.
Ayrıca devlet büyümeyi hedeflerken
aynı zamanda yaratılan değerlerin daha adil dağılımının sağlanması için de gerekli
önlemleri alacak ve uygun ekonomik ve sosyal politikaları uygulayacaktır. Bilindiği
gibi büyüme kapsayıcı bir şekilde, insani gelişme, yaşam kalitesi ve refah
artışını sağlayamadığında sürdürebilirlik sorunu ortaya çıkmaktadır. Kalkınma
seviyesi yüksek olan ülkelerdeki büyüme daha kapsayıcıdır ve bu ülkeler
iktisadi ve politik açıdan daha öngörülebilir ülkelerdir.
Daron Acemoğlu ve James A. Robinson
“Ulusların düşüşü: Güç, zenginlik ve yoksulluğun kökenleri” başlıklı
kitaplarında; ülkelerin gerek geçmişteki kalkınmışlık seviyeleri arasındaki
farkın gerekse günümüzde gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasındaki
refah seviyesi, yoksulluk, sağlık, gıda diğer bir deyişle yaşam kaliteleri ve
kalkınmışlık seviyeleri arasındaki farklılıkların oluşmasında insanların
oluşturduğu politik ve ekonomik kurumların etkili olduğunu belirterek kurumsal
değişim sürecinin önemi üzerinde durmuşlardır. Ekonomik kurumların teşvikler,
kaynakların, yatırımların ve inovasyonun tahsisine karar vermesine rağmen,
ekonomik kurumların nasıl işleyeceğini ve bunların nasıl bir evrim sürecinden
geçeceğini belirleyen temel unsurun ise siyasi kurumlar olduğunu vurgulayarak
kalkınmada siyasetin ve politik karar vericilerin önemine işaret etmişlerdir.
Siyasetin ve politik karar
vericilerin ülkenin asıl yapısal sorunlarını görmezden gelip, gerek liyakatli
kadrolar ve güçlü bir kurumsal yapılar kurmayarak yapısal reformların ciddiye almayarak
popülist ve palyatif çözümleri
tercih etmesi de bu gelişmişlik farkını da daha da açmaktadır. Türkiye’de sistemin daha verimli
çalışabilmesi ve ülkenin şoklara karşı daha dayanıklı hale getirilebilmesi için
mevcut sistemin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Yüksek işsizlik ve enflasyon,
hayat pahalılığı ve sürdürülemez cari açık ve ağırlaşan borç yükü altındaki Türkiye’nin
siyasal, sosyal reformların yanı sıra ihtiyacı olan ekonomik yapısal
reformların en önemlileri 4 başlıkta toplanabilir: “Büyümenin ithalâta bağımlı
yapıdan kurtarılması ve cari açığın düşürülmesi”, “Vergi sisteminin dolaylı vergilere dayalı olmaktan çıkarılıp dolaysız
vergilere ağırlık veren bir yapıya dönüştürülmesi”, “Enerjide tek kaynağa ve
ülkeye bağımlılığının azaltılması”, “Başta
tarım olmak üzere sektörel reformlar”.
Orta Gelir Tuzağının Nedeni Orta Kalkınma Tuzağı Mı? Büyümeye Aşırı Odaklanarak Sürdürülebilir Kalkınmayı Iskalıyor Muyuz?
Devlet kaynak tahsisinde
kuşaklararası ahlaki sorumluluk içerisinde hareket etmelidir. Bugünün
borçlarının yarının vergileri, bugünün bütçe-cari fazlalarının yarının
yatırımları, gelirleri ve harcamaları olduğunu, tersi durumdaki açıkların ise
önümüzdeki dönemlerde vergi artışlarının nedeni olduğunu dikkate almalıyız. Bugünün
çevresel sorunlarının, betonlaşmanın
yarının sağlıksız nesillerine neden olduğunu, bugün eğitime ve sağlığa daha az
pay ayrılmasının yani beşeri sermayemizi geliştirecek yeterli yatırımlar yapılmamasının
yarın yoksulluk, kentleşme, göç, suç oranlarının yüksekliğine neden olacağını,
gelir eşitsizliğinin aynı zamanda, başta eğitim ve sağlık alanında olmak üzere,
fırsat eşitsizlikleri de yarattığını göz ardı etmemeliyiz. Ülkemizin bereketli toprakları, havası, suyu,
yeşili, tarihi dokusu, tüm canlıları ve tüm değerleri gelecek nesillerin
bizlere emanetidir. Bunları korumayı, geliştirmeyi ve gelecek nesillere emaneti
sağlam olarak teslim etme yönünde ahlaki sorumluluklarımız var.
Servet-gelir arasındaki makas servet
lehine açılırken günümüzün Neo-liberalleri dahi artık artan oranlı servet
vergisini savunmaktadır. Piyasa kendi kendine bu başarısızlıkların üstesinden
gelemeyince devletin çeşitli araç ve düzenlemelerle piyasaya müdahale etmesi
kaçınılmaz hale gelmektedir.
Benzer şeklide yine
son zamanlarda kapitalist sisteme eleştirisel bir yaklaşım ortaya koyduğu
düşünülen Fransız Thomas Piketty ‘nin “Yirmi
Birinci Yüzyılda Kapital” adlı kitabında aslında uygulanacak
politikaların kapitalist sistemi hali hazırda rahatsız etse bile “panzehir”
olarak sunulmaktadır. Kitabında Yazar; sermayenin getiri oranının nominal
ulusal gelirin büyüme oranından daha hızlı artığını ve bunun da servet
dağılımını giderek zenginler lehine bozduğunu, kapitalizmde sorunun Marx’ın
öngördüğü gibi kar oranlarının düşmesi değil, servetin tarihsel olarak
istikrarlı bir şekilde ayrıcalıklı bir grubun elinde yoğunlaşmasından
kaynaklandığını ortaya koyduktan sonra, servetin yeniden dağılımı konusunda
başta uygulanması gereken artan oranlı servet vergileriyle devlete görevler
biçmekte ve gerekli önlemleri tartışmaktadır.
Devletin “Büyüdük ama kalkındık mı?, ORTA
GELİR TUZAĞININ NEDENİ ORTA KALKINMA TUZAĞI MI?”, “Bir ülkede kişi başına gelirin
yüksek olması, tek başına o ülkenin kalkınmış, gelişmiş ülke olarak kabul
edilmesi için yeterli midir?”, “BÜYÜMEYE-GELİRE aşırı odaklanarak İNSANİ
GELİŞMEYİ ve YAŞAM KALİTESİNİ-REFAH VE MUTLULUĞU ıskalıyor muyuz?”, “Büyüme
kapsayıcı mı? Yoksullara da yansıyor mu?”, “Uluslararası ve yerel fonlar
kalkınmada etkin ve ülkemizin önceliklerine göre kullanılıyor mu?” sorularını
da dikkate alarak, günümüz kuşaklarının
gereksinimlerinin gelecek kuşakların gereksinimlerinin karşılanmasından taviz
vermeden karşılanmasını önceleyen politikaları uygulaması gerekmektedir. Bunun için de EKONOMİK, SOSYAL ve ÇEVRESEL
boyutlar arasında bir denge kurarak “sürdürülebilir
kalkınma” modeli anlayışını yansıtacak, gelecek kuşakların daha iyi koşullarda
yaşamasını sağlayacak stratejik tedbirler de almalıdır. Bu çerçevede Birleşmiş Milletler’ in 2015-2030
yılları arasında ulaşılması hedeflenen, 17 amaç ve bu süreci takip etmek üzere 169
hedef ve bu hedeflerle ilgili 244 göstergeyi kapsayan, dünya üzerinde hiç kimsenin
kalkınmanın nimetlerinden yoksun kalmamasını hedefleyen “Sürdürülebilir
Kalkınma Hedefleri” ülkelerin performanslarının ölçümü için temel
alınmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder